İstanbul Belediyelerinde Gelişen Grev Dalgası ve Grevlerin Aynasında İfşa Olan Sınıfsal Çelişkiler

Dipnot
12 min readFeb 28, 2021

Şubat’ın başından beri İstanbul belediyelerinde bir grev dalgası gelişiyor. Önce, 16 Şubat’ta Kadıköy’de başlayan grev, daha sonra Maltepe’ye sıçradı ve şimdi Kartal, Ataşehir ve Beşiktaş’ta yayılıyor. Grevler temel olarak CHP’li belediyeler ve onları temsil eden korporatist bir yapı olan ‘Sosyal Demokrat İşveren Sendikası’ ile DİSK’e bağlı Genel-İş sendikası arasında ücret pazarlıkları çerçevesinde gelişti. Birçok belediyede örgütlü işçileri temsi eden bu sendika ve CHP’li patronlar, ellerinden geldiği kadar çabuk ve mümkünse çok düşük, %7-%8 gibi zamlarla sözleşmeler imzalamaya çalıştılar. Ama işçilerin mücadele deneyiminin köklü olduğu ve mücadele azminin yüksek olduğu İstanbul belediyelerinde, patronlar ve sendika grevlere engel olamadı.

Bu yükselen mücadele dalgası görünürde toplu sözleşme görüşmeleri kapsamında başlamış olsa da, şimdiden sınıflar ve siyasi partilerin politik karakterlerine dair bütün ideolojik yanılsamaları ifşa eden bir turnusol kağıdı niteliği kazandılar. Belediye grevlerinden kimi yaşamsal dersler çıkarabilmek için öncelikle işçilerin karşısına yığılmış sermaye kesimlerinin çeşitli unsurlarının tavırlarına bakmak gerekiyor:

CHP: CHP’nin grevler karşısındaki tavrı, inşa etmek ve sürdürmek için üstlendiği sahte AKP-CHP ikiliği illüzyonunun tamamen dağılmasını sağladı. CHP proleterlere karşı gerek yalan ve iftira, gerek de baskı ve şiddet uygulamak konusunda AKP’den aşağı kalmayan sermaye yanlısı bir tavır sergiledi. Bunu gösteren sayısız örnek arasında şunları sıralamak mümkün:

Sendikalar: CHP açık işçi düşmanlığı yapıyorsa da, özellikle DİSK ve grevleri kağıt üstünde yürüten DİSK’e bağlı Genel-İş’in üstlendiği işçi düşmanı rol daha örtük bir karaktere sahip. Yine de sendikaların da grevdeki işçilerin mücadele araçları olmadığını, işçilerin grevleri sendikalara rağmen örgütlediğini gösteren sayısız örnek sıralamak mümkün.

  • Belediyelerde örgütlü olan Genel-İş aynı zamanda DİSK’in içerisindeki en büyük sendikalardan. Genel-İş’in işçileri bölmek ve yalıtmak için uyguladığı ilk strateji benzer taleplerle hareket eden farklı belediyelerdeki işçileri ayrık tutmak, belediye işçileri arasında genel bir dayanışmanın gelişmesini engellemek oldu.
  • Yakın zamanda bünyesindeki sendika şeflerinin dolgun maaşları ortaya çıkan Genel-İş sendikası, Kadıköy’de işçiler greve çıktığında “grev için ayrılmış özel bir fonu olmadığı” gerekçesiyle işçilere maddi destek vermeyi reddetti. Hatta belediye önünde bekleyen grevci işçileri demoralize etmek ve yalnız hissettirmek için işçilere günlük yiyecek tedarik etmek için yeterince kaynak olmadığı söylendi. Kadıköy’de imzalanan sözleşmede işçilerin aldığı zammın önemli bir kısmı (zammın neredeyse üçte biri kadar bir kısmının), CHP’li patrondan sendikaya verilmiş bir bahşiş gibi, sendika aidatı olarak ayrıldı.
  • Genel-İş’in CHP yanlısı tavrı yeni değil ve bu sendikanın işçi hareketi içerisinde oynadığı rolü açığa vuran temel bir özelliği. Öyle ki, Genel-İş’in işçi hareketi içerisinde CHP’nin en temel silahlarından olduğunu söylemek hiç abartılı olmaz. Genel-İş kurucusu, aynı zamanda hem sendikanın yöneticiliğini, hem de CHP üyeliği ve vekilliğini uzun süre bir arada yürütmüş olan Abdullah Baştürk, CHP ve DİSK arasındaki bağın en belirgin sembollerinden. Uzun süre Türk-İş içinde kalmış olan Genel-İş, Türk-İş’i CHP’nin yanına çekmeyi başaramayınca bu konfederasyondan koparak 1976'da DİSK’e katıldı. Böylece Genel-İş DİSK içinde ağırlığı en büyük sendika haline geldi. O dönemde DİSK liderliği içerisinde büyük bir ağırlığı olan TKP’nin, SSCB çıkarları doğrultusunda CHP’den yana izlediği politikalar da DİSK’in CHP’ye eklemlenmesini kolaylaştıran bir unsur oldu (Bu konuya dair daha detaylı ama akademik bir tartışma için bknz: Süreyya Algül, Türkiye’de Sendika Siyaset İlişkisi: DİSK, 1967–1975, (2015) sf. 333–339). Genel-İş bugün de CHP’li patronların işçi sınıfı içerisindeki silahı olma rolünü hala sürdürüyor. Öyle ki, hem CHP içerisinde hem de Genel-İş içerisinde koltuk sahibi bürokratlar mevcut. (Bu açık ve rezil simbiyotik ilişkinin komik bir örneği, bir eylem sırasında hem Genel-İş hem CHP yöneticisi olan sendika şefiyle CHP’li belediye yetkilisi arasındaki şu diyalogda da görülebilir: https://www.patronlarindunyasi.com/sendika-sube-baskani-chp-istanbul-il-yoneticisi-iscileri-isten-atin-dedi/163/) Neredeyse faşist rejimlerde görülebilecek türden bu kadar açık korporatist ilişkilerin egemen olduğu bir sektörde, işçilerin grev için diretebilmiş ve yapabilmiş olmaları, sınıfın güçlü bir mücadele azmi olduğunu ve sendikalara rağmen grevde diretebilmiş olduklarını gösteriyor.
  • Ne var ki, Genel-İş ve CHP grev ezmek ve işçi sınıfını bölmek konusunda köklü bir deneyime sahip. Kadıköy grevinin sonlanması bunun somut örneklerinden oldu. Buradaki grevi yöneten Genel-İş şube yönetimi grevin son gününde, sendika genel merkezinin patronla, patronun en başta önerdiği ücreti kabul eden bir sözleşme imzaladığını ve “yapabilecekleri bir şey olmadığını” söyleyerek grevi sonlandırdı. İşçileri aptal yerine koyan bu rezil tutum, sendika şubeleri ve genel merkezi arasındaki rol paylaşımını ve danışıklı dövüşü ifşa ediyor. Kadıköy Belediyesi işçileri de yayınladıkları bir bildiride bütün bu süreci tüm detaylarıyla ortaya koydular.

Burjuva solunun diğer partileri ve medyası: Burjuva solunun öne çıkan örgütlerinin (bu kavrama dair daha detaylı bir çerçeve için linkteki yazıya bakılabilir) grevlere yaklaşımı açık bir kayıtsızlık ve örtük bir düşmanlık arasında salınıyor. Ama burjuva solu işçi düşmanlığını açıkça ifade etme cüreti gösteremediği için bunu grevlere karşı genel bir sessizlik örtüsü altına gizliyor. CHP ile açık ittifak içerisindeki çeşitli burjuva sol grupları, DİSK içerisinde konum sahibi olan oluşumlar ve çevreler grevlere dair ses çıkarmamaya, açık dayanışma içindeymiş gibi gözükmemeye özellikle dikkat ediyor. Örneğin burjuva solunun yayın organlarından ‘Birgün’ gazetesi, CHP’yi açıktan destekleyerek grevlere saldıramadığı için, genel bir sessizlik ve sansür politikası izledi ve uzun süre grevlere dair yayın yapmadı. Ama CHP’ye eklemlenmiş ve onun seçimlerde kendisine vereceği birkaç belediye rantı için umutla bekleşen burjuva sol çevreler dışında da işçi sınıfı düşmanlığı genel bir niteliğe sahip. Bunun da elbette TR burjuva solunun orta sınıf karakteri ve bu sınıfın genel işçi düşmanlığıyla derinden ilgisi var.

Orta Sınıf: Açık bir kayıtsızlık sergilemediği noktalarda, ‘muhalif’ orta sınıf kesimlerinin dahi belediye işçilerinin grevine tepkisi genel olarak düşmanca oldu. Toplumsal konumunu ve prestijini kişisel zekâsı ve yeteneklerinde görerek övünmeyi çok seven orta sınıf kesimler, burjuva basınında işçilere karşı yayılan bütün iftira ve komplo teorilerini hemen doğru kabul ettiler. Ama bu orta sınıf kesimlerini en çok rahatsız eden işçilerin daha iyi koşullarda, insanca yaşama isteği oldu. Nasıl olur da çöp toplayan işçiler, eğitimli profesyonellerle benzer maaşları talep edebilirdi? Bu rezil soruyu ortaya atsalar da, orta sınıfın kendisi de ücretle geçiniyor ve yaşam standartları kapitalizmin krizi ve aşırı rekabet yüzünden günbegün düşüyor. Öyle ki, geleneksel orta sınıf mesleklerin çoğunun hızla proleterleştiği çok açık. Bunun karşısında elinde kendisini işçiden ayıran ufak ücret farkları dışında bir şey kalmamış olan bu kesimler, kapitalizm altında insani standartlarda bir yaşamın kendileri için de artık imkânsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmek yerine, tutarsız komplo teorilerine ve işçi düşmanlığına sığınıyorlar.

Sınıf düşmenin kıyısındaki bu kesimler neden proletaryadan bu derece nefret ediyorlar? Pannekoek’in bu soruya cevabını konuyu çok net açıkladığı için detaylıca burada alıntılamak faydalı olacaktır:

Yeni entelektüel orta sınıfın proletaryanın geri kalanıyla tek bir ortak yanı var: mülksüz, emeğini satmak zorunda olanlar ve bu yüzden de kapitalizmin sürdürülmesinde çıkarı olmayanlardan oluşması. Dahası, işçiler gibi, modern ve ilerici olması, gerçek toplumsal güçlerin hareketi yoluyla gittikçe daha güçlü ve önemli hale gelmesi, sayısının artması da buna eklenebilir. Bundan ötürü, eski küçük burjuvazi gibi gerici bir sınıf değildir; kapitalizm öncesi eski güzel günlerin hasretini çekmez. İleriye bakar, geriye değil.

Ancak bu, endüstriyel proleterlerin sosyalizme eğilimli olması gibi, entelektüellerin de her konuda ücretli işçilerle yan yana durduğu anlamına gelmez. Tabii ki, kelimenin ekonomik anlamıyla proleterdirler; ancak ücretli sınıfın çok özel bir grubunu oluştururlar, ve bu, sınıf mücadelesinde özel bir pozisyonu olan özel bir sınıfı oluşturan gerçek proleterlerden toplumsal olarak keskince ayrılan bir gruptur.

İlk olarak, ücretlerinin yüksekliği önemli bir konudur. Yoksulluk, sefillik ve açlığa dair hiçbir şey bilmezler. İhtiyaçları gelirlerinin sınırını aşabilir ve bu durum onlara “yaldızlı yoksulluk” ifadesine gerçek anlamını veren bir rahatsızlık getirebilir; yine de, acil ihtiyaçları onları, gerçek proleterleri kapitalist sisteme saldırmaya zorladığı gibi, mücadeleye zorlamaz. Pozisyonları onları huzursuz edebilir, fakat işçilerinki dayanılmazdır. Onlar için sosyalizmin avantajları vardır; işçiler için ise bu kesin bir gerekliliktir.

Buna ek olarak, bu entelektüel ve yüksek ücretli sanayi çalışanı güruhunun kendisini çok sayıda ve çok çeşitli tabakalara böldüğü unutulmamalıdır. Bu tabakalar temelde gelir ve pozisyonlardaki farklılıklara göre belirlenir. Departmanların başları, yöneticiler, idarecilerle vb. başlayıp, şeflere ve ofis çalışanlarına kadar devam edilebilir. Bu sonunculardan, en yüksek ücretli işçiye geçiş ufak bir adımdan ibarettir. Bu yüzden gelir ve pozisyonlar söz konusu olduğunda, kapitalistten proletere geçiş kademelidir. En yüksek tabaka kesinlikle kapitalist bir karaktere sahiptir; alttakiler daha proleterdir, ancak kesin bir çizgiyle de ayrılmazlar. Orta sınıf, üyelerindeki bu bölünmüşlük yüzünden, proletarya için işbirliğini kolay hale getiren ruhsal birlikten yoksundur.

Bu durum, kendi konumlarını iyileştirme mücadeleleri vermeleri yolunda onlara engel olur. Emek-güçlerinin mümkün olan en yüksek fiyattan satmak, aynı diğer işçiler gibi onların da çıkarınadır. İşçiler bunu sendikalarda güçlerini birleştirerek gerçekleştirir; bireyler olarak kapitalizme karşı savunmasızlardır ama birlik olduklarında güçlüdürler. Eğer kendileri büyük bir birlik oluştursalardı, bu üst sınıfın çalışanları da kapitalistleri zorlamak için daha fazlasını yapabilirlerdi. Ancak bu, onlar için işçilere kıyasla son derece daha zordur. İlk başta, birbiri üstüne dizilmiş sayısız kademeye ve rütbeye bölünmüş haldeler; birbirlerine yoldaşça yaklaşmazlar ve bu yüzden dayanışma ruhu geliştiremezler. Bu yeni orta sınıfın bireyleri, kendi sınıfının genelinin durumunu iyileştirmeyi kişisel bir onur meselesi olarak görmez; onlar açısından önemli olan daha yüksek mevkie atlamak üzere verilecek kişisel bir mücadeledir. Bunu yapabilmek için endüstriyel bir mücadeleye destek verip hükmeden sınıfın gözünden düşmemek elzemdir. Bu yüzden, alt ve üst kademelerin karşılıklı hasedi, ortak hareketi engeller. Güçlü bir dayanışma bağı gelişemez. Söz konusu sınıfa mensup çalışanların büyük kitleler halinde işbirliğine girememesi da bu durumdan kaynaklanır; mücadelelerini kendi başlarına ya da çok az kişiyi içeren bir birlik için verirler ve bu da onları korkak yapar; işçilerin sayılarının bilincinden aldıkları gücü kendilerinde hissetmezler. Ve dahası, egemenlerin hoşnutsuzluğundan da daha çok korkarlar; işten çıkarılmak onlar için çok daha ciddi bir sorundur. İşçi her zaman açlığın eşiğinde durur ve işsizlik onda daha az korkuya sebep olur. Yüksek sınıf çalışanı, aksine, nispeten kabul edilebilir bir yaşama sahiptir ve yeni bir pozisyon bulmak zordur.

Tüm bu nedenlerden dolayı, bu entelektüeller ve üst düzey çalışanlar sınıfının, konumlarını iyileştirmek için sendika saflarında bir kavgaya girişmeleri engellenmiş olur. Sadece aynı koşullar altında, sayıca çok oldukları ve terfi yolunun zor olduğu alt kademelerde emek verenler, sendikal mücadeleye girmeye meylederler.

Sosyalizmin hedefi için ise bu yeni orta sınıfa sendika mücadelesinden bile daha az güvenebiliriz. En başta bu kesim, müfettiş, gözetmen, müdür vb. olarak işçilerin tepesinde konumlandırılırlar. Bu görevleriyle işçileri hızlandırmaları, onlardan en iyi şekilde faydalanmaları beklenir. Dolayısıyla, sermayenin emekle olan ilişkisinde sermayenin çıkarlarını temsil eden, doğal olarak proletaryaya karşı düşmanca bir pozisyon alırlar ve ortak bir hedef için mücadelede onlarla omuz omuza durmayı neredeyse imkansız bulurlar.

Dahası, kendileri hakkındaki fikirleri, görüşleri ve pozisyonları, onları kapitalistlerle müttefik olmaya eğilimli kılar. Birçoğu burjuvazi ya da en azından küçük kapitalist çevrelerden gelir ve sosyalizme karşı önyargılarını da beraberlerinde getirirler. İşçiler arasında bu tip önyargılar yeni çevrelerinden dolayı kökünden kazınır fakat bu daha yüksek, entelektüel çalışanlar arasında açıkça güçlenir. Küçük üreticiler, örneğin, inançlarının temel bir gereği olarak, sadece kendi kişisel çabalarına dayanarak rekabet içinde her bireyin yükselme mücadelesi verebileceği fikrine sahipti; dahası bu öğretiye göre, sosyalizm bireysel inisiyatifi yok edecektir. Daha önce değindiğim gibi, dünyanın bu bireysel kavranışı entelektüellerde yeni çevreleri tarafından güçlendirildi; bu oldukça teknik ve yüksek ücretli çalışanlar arasında en verimli olanlar, bazen en önemli pozisyonlara tırmanma imkanı bulurlar.

Üyeleri bilimsel olmayan çalışmalardan beslendiği için burjuva önyargılar bu sınıfta derin köklere sahiptir. Bunlar, küçük burjuvazi arasında öznel, dayanaksız görüşler biçimdeki tavırları bilimsel gerçek sayarlar. Meritokratik üstünlüklerine duydukları güven yüzünden kendilerini kitlelerin çok üstündeymiş gibi hissederler; doğal olarak kitlelerin ideallerinin doğru olabileceği, kendi profesörlerinin onlara verdiği ‘bilimin’ ise yanlış olabileceği akıllarına gelmez. Teorisyenler olarak, dünyayı her zaman bir soyutlamalar yığını olarak görür, genelde zihinleriyle emek verdikleri, fiziksel etkinliğe dair bilgisiz oldukları için dünyayı zihinlerin kontrol ettiğine büsbütün ikna olmuş durumdadırlar. Bu kavrayış onların sosyalist teoriyi anlamalarını engeller. Emekçi yığınlarını gördüklerinde ve Sosyalizmi duyduklarında, kendi toplumsal ve ekonomik avantajlarını sona erdirecek kaba bir “seviye eşitlenmesi” akıllarına gelir. İşçilerin aksine kendilerini bir şeyleri kaybedecek kimseler olarak görürler ve bu yüzden kapitalistler tarafından sömürüldükleri gerçeğini unuturlar.

Bütün bunlar birlikte ele alınınca varılacak sonuç bu yeni orta sınıfı sosyalizmden ayıran çokça sebep olduğudur. Bu sınıf üyelerinin, kapitalizmin etkin bir savunmasına liderlik etmesine sebep olabilecek bağımsız bir çıkarı yoktur. Ama sosyalizme ilgileri de aynı ölçüde zayıftır. Belirgin sınıfsal idealleri olmayan bir orta sınıf oluştururlar ve bu yüzden politik mücadele içinde hesaplanamaz ve dengesiz bir unsur oluştururlar.

Büyük toplumsal karmaşalarda, genel grevlerde, bazen işçilerin yanında yer alabilirler ve onların gücünü artırabilirler; özellikle de gericiliğe karşı mücadele olduğu durumlarda. Diğer durumlarda ise, kapitalistlerin yanında yer alabilirler. Bunların düşük kademede olanları “makul” bir sosyalizm versiyonunu savunabilir ve bu kesim revizyonistler tarafından temsil edilir. Ancak, kapitalizmi alaşağı edecek olan güç, asla büyük proleter kitlesi dışında bir yerden gelmeyecektir.

Bu yazının tümü için: https://trogloditblog.wordpress.com/2020/10/12/anton-pannekoek-yeni-orta-sinif-1909-entelektueller-1935/

Bir uyarı: Pannekoek’in yazısında işaret ettiği ‘yeni orta sınıf’ bugün için neredeyse büyük ölçüde proleterleşmiş denebilir. 20. Yüzyılın başında ‘burjuva meslekler’ olarak görülen avukatlık, doktorluk, mühendislik gibi işler artık büyük ölçüde proleter bir gündelik hayattan ötesini nadiren sunuyor. Buna karşılık Pannekoek’in ‘orta sınıfa ait’ olarak tanımladığı ideolojik tutumların, maddi temelleri büyük ölçüde ortadan kalkmış gibi görünse de hala tutunabildiğini görüyoruz — özellikle de burjuva sol kesimde. Bu ideolojik tutumların, gerek sol populizm gerekse sağcı gerici ideolojiler formunda hala varlıklarını sürdürebiliyor olmasını açıklayan şey, bir tarafta burjuvazinin bir sınıf olarak gelecek perspektifini yitirmiş olması, toplumsal bir programının kalmaması, diğer taraftan ise proletaryanın kendi alternatifini, komünizmi açık ve kararlı biçimde henüz ortaya çıkaramamış olması denebilir. Temel sınıflar arasındaki bu pat durumunda, geçmişin nostaljik ve sınıf uzlaşmacı yanılsamalarının yüzeye çıkmış olması şaşırtıcı olmasa gerek.

Sonuçlar:

1- Toplumu ayakta tutan işçilere karşı gösterilen düşmanlık toplumsal düzenin parazitik doğasını ve çöküş içerisinde olduğunu ortaya koyuyor: Salgın sürecinde kurye ve taşıma işçileri, market ve depo işçileri, sağlık sektörü işçileri gibi belediye işçileri de toplum sağlığını ayakta tutan, toplum sağlığını koruyan en önemli kesimler arasında. Bu kesimleri açlık ve sefalet sınırındaki ücretlere mahkum etmek için sermayenin hem sağ hem de sol kesimlerinin gösterdiği canhıraş çaba, kapitalizmin insan toplumu üzerinde ne kadar parazitleşmiş olduğunun açık bir göstergesidir. Toplum sağlığı ve toplumun yeniden üretimi için kaçınılmaz olan etkinliklere, bu etkinlikleri gerçekleştiren proleterlere karşı düşmanlık, bu toplumun bir değerler sistemi kaosunun bir ifadesi. Bir salgının ortasında gösterilen bu tavır, kapitalist üretim biçiminin iflas içinde olduğunun itirafıdır.

2- Belediye işçilerinin mücadelesi, enternasyonal bir karaktere sahip: Belediye işçilerinin grevi, salgının başından beri dünyanın her yerinde, benzer sektörlerde gelişen diğer grevler gibi (örneğin Brezilya’da taşıma işçileri ve kuryelerin grevleri, Amerika’da gıda sektöründeki mücadeleler vd.), pandeminin etkilerine karşı en ön safta mücadele eden proleter kesimlerin mücadelesinden ayrılamaz.

3- Proletarya mücadelesinde diğer sınıflar karşısında yalnızdır. Belediye grevleri işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmek ve toplumsal çöküşe karşı mücadele etmekte başka sınıflardan müttefik bulamayacağını bir kere daha gösterdi. Komplo teorilerine gömülmüş ya da kayıtsızlığa hapsolmuş orta sınıfın olumlu bir toplumsal ufku olmadığı bu grevle birlikte bir kere daha ortaya çıktı. Bunun yanında ‘demokratik’ ve ‘sol’ muhalefetin çeşitli unsurları, CHP, DİSK dahil sendikalar ise, işçi sınıfı mücadelesini dağıtmak, söndürmek ve ezmeye çalışmaktalar. Maltepe grevinde görüldüğü gibi en ileri işçilere karşı CHP gibi sözde ‘sol’ partiler, otopark mafyası ve benzeri paramiliter lümpen grupları işçilere saldırtmaktan bile geri durmuyor. Ama gelişen sınıfsal öfkeyi yatıştırmak ve işçi sınıfını bölmek için ‘burjuva solunun’ üstlendiği esas rol ideolojik bir içeriğe sahip. Burjuva solu, sermayenin sefalet ve toplumsal çöküşün esas kaynağı olduğunu gizlemek için var gücüyle bütün toplumsal sorunların sebebini AKP iktidarında göstermeye çalışıyor. Bütün bu sözde AKP karşıtlığı gösterisinin altında ‘normal’ bir kapitalizmin mümkün olduğunu yanılsamasını yayma çabası yatıyor. Belediyelerdeki grevler ise, CHP ve AKP’nin, özellikle işçiler karşısında aldıkları tavırla, esasında aynı kapitalizmin iki farklı silahından başka bir şey olmadıklarını açıkça göstermiştir.

4- Belediyelerdeki grevler temel toplumsal çelişkinin sermaye ve proletarya arasında olduğunu belirginleştirerek doğrudan politik bir karakter kazanmıştır. Ekonomik sebeplerle başlayan bu grevlerde, sermayenin CHP’li belediyeleri, sendikaları, polisi ve mafyayı seferber ettiğine, devletin şiddet gücünü ve medyayı bu lokal grevlere karşı tüm gücüyle nasıl harekete geçirdiğine şahit olduk. Bu durum proletaryanın politik kurtuluşu ve gündelik refahı arasında ayrılmaz bir bağ olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor. Proletarya, kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için verdiği mücadelenin her adımında, birleşik ve yekpare bir egemen sınıf bloğuyla karşılaşmaktadır.

5- Proletarya mücadelesinde yalnız olmasına rağmen sadece sayıca egemen sınıftan kat ve kat çok değil, aynı zamanda toplumun yeniden üretimini üstlenen esas sınıf. Proletarya olmadan dünyada hayatın süremeyeceğini bu grev ve oluşan çöp dağları belki de yerel ölçekte uzun zamandır olmadığı kadar görünür kılıyor. Dolayısıyla proletarya, kendinden menkul liderlere, sağıyla-soluyla kurulu düzenin aparatlarına güvenmeden, sadece kendi sınıfsal gücüyle ve kendi sınıf alanında kalarak kazanabilir. Eğer belediye işçilerinin grevleri sadece işçi sınıfından alacağı desteğe güvenir, kendi bağımsız mücadele organlarını (grev komiteleri, sınıfın geneline açık forumlar vb) kurar, sınıfın diğer kesimlerini kendileriyle aktif bir dayanışmaya çağırırsa mücadele kazanacaktır. Bu kazanım da sadece belediye işçilerinin kazanımı olmaz, bütün sınıfın kazanımı olur. Çünkü bu durumda kazanım, proletaryanın, egemen sınıfın tümüne karşı, birlik ve dayanışma içinde mücadele ederse yenilmez olduğu gerçeğinin belirginleşmesi olacaktır. Sınıf mücadelesinde proletaryanın en genel kazanımı, birlik, dayanışma, özgüven ve bağımsızlığın kazanılmasıdır. Bu yüzden de, belediye işçilerinin grevi bütün proletarya için hakiki bir dayanışma sınavı özelliğine sahip.

--

--